1938’de doğan Fransız yazar Jean-Louis Fournier’ın Türkçeye çevrilen son kitabı ‘Küçük Kardeşim’, geçtiğimiz günlerde YKY etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kitabı çeviren isim Hazel Bilgen.
Yaklaşık 80 yıllık bir süreci ele alan Fournier, bu kitabında kardeşi Yves-Marie’yi anlatıyor. Dahası ‘Küçük Kardeşim’i, Yves-Marie’ye yaptığı bir şaka olarak adlandırıyor. Sonra bunun, içinde sevgi olan bir tür şaka, bir tür bildiri olduğundan bahsediyor. Kitabın ismini önce ‘Yves-Marie’, ardından ‘Benim Genç Kardeşim’ koymak istiyor ama yine bir şaka yapmak için midir nedir, ‘Küçük Kardeşim’de karar kılıyor. Neden mi? Çünkü Yves-Marie 83, kendisi 84 yaşında.
UZUN BİR YOLCULUK
Fornier kitap boyunca bize bir sürü anı anlatıyor. Kimi uzun kimi kısa olan bu anıları arasında, klasik biçimden aşina olduğumuz gibi bir neden-sonuç ilişkisi yok. Her anı ayrı bir sayfada ve kendi başına bir balon, bir adacık şeklinde yazılmış.
Ancak yine de bir karmaşadan söz etmek mümkün değil. Fournier anılarını çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa uzanan zamansal bir çizgi halinde sunuyor. Bu da tıpkı Fournier gibi bizi de bir tür yolculuğa çıkarıyor.
Yolculuk esnasında bizi hüzünlendiren anılarla olduğu gibi, gülümseten anılarla da karşılaşıyoruz. Fournier okurları onun ne denli ironik ne denli sarkastik bir yazar olduğunu bilirler. ‘Küçük Kardeşim’in de bu tada sahip olduğunu söylemek gerek.
TIRAŞ EDİLEN ÖLÜ BİR BABA
Fournier ilk etapta Yves-Marie ile kendisinin nasıl bir çocukluk geçirdiklerinden, dahası, nasıl insanlar olduklarından bahsediyor. Böylece Yves-Marie ne kadar suskun ve sakinse, Fournier’ın o kadar geveze ve zıpır; Yves-Marie ne kadar akılcı ve rasyonelse, Fournier’ın o kadar hayalperest ve irrasyonel olduğunu görüyoruz. Ancak bu, birbirini dışlayan değil, tamamlayan bir farklılık.
Fournier okulda pek başarılı değil. Bu yüzden ahiretten korkuyor. Yves-Marie çalışkan olduğu için korkmuyor, oturup bugüne kadar dünya üzerinde 64.688.314 milyar insanın toprağa verildiğini hesaplıyor. Ne var ki ilk gördükleri ölü, babaları oluyor. Mahalle berberi eve gelip ölü babayı tıraş ediyor. Fournier günün birinde berber olursa sadece ölüleri tıraş etmek isteyeceğini söylüyor kardeşine. “Böylelikle müşterilerin hikâyelerini ve dırdırlarını dinlemek zorunda kalmam,” diyor.
‘ONLARI İNKAR ETMEK İSTEMEZSİN DİYE KORKTUM’
Onlu yaşlarında bir komünyon ayinine katılıyorlar. Orada Şeytan’ı ve Şeytan’ın yardakçılarını reddediyorlar ama Fournier bu yardakçıların kimler olduğunu bilmediğini söylüyor kardeşine. Yves-Marie ise yardakçıların kimler olduğunu bildiğini ve kasıtlı olarak ona açıklamadığını söylüyor. Sonra da, “Çünkü onları inkâr etmek istemezsin diye korktum, bütün töreni mahvederdin yoksa,” diyor.
İki kardeşin anne ve babasıyla kurduğu ilişki de ayrıca bahse değer. II. Dünya Savaşı yıllarını düşünün. Şehrin dört bir yanında sirenler çalıyor ve insanlar hava saldırısından korunmak için apar topar mahzenlere iniyorlar.
Yine böyle bir durumda bütün aile toplanıp mahzene inerken, babaları, gemisini terk etmeyen bir kaptan misali, odasında oturuyor, hiçbir şeyden korkmuyor. Zira kendisini alkol ve sigarayla öldürmeye çalışıyor.
Babaları doktorluk yapıyor ama ekonomik durumları pek iyi değil. Hatta bir keresinde okulca gidilecek bir izci kampına uygun kıyafetleri olmadığı için anneleri okula geliyor ve öğretmenlerine tatile gideceklerini söylüyor. Yalanları ortaya çıkmasın diye de Fournier ve Yves-Marie 15 gün boyunca sokağa çıkamıyorlar. Hatta bir misafir geldiğinde odaya saklanıyorlar.
‘BUNLARI ANLATMANIN NE MANASI VAR?’
Fournier kitaba başlarken hem okura hem de zihnindeki kardeşine bu anlatının bir monolog değil, bir diyalog olacağını söylüyor. Hatta “Endişe etme, yazdığım her şey omzumun üzerinden okuyabilirsin,” diyor.
Bunun ne anlama geldiğini de anıların irili ufaklı yerlerinde beliren Yves-Marie’ye ait cümlelerde görüyoruz. Örneğin Yves-Marie’nin Cezayir’de askerliğini yaparken dizanteriye yakalanıp ishal olduğunu, sürekli tuvalete gittiği için ona “vın-vın” lakabının takıldığını anlatırken Yves-Marie araya giriyor ve “Niye şimdi bunları anlatıyorsun? Okurlarını güldürmeye mi çalışıyorsun, sence bu komik mi?” diye soruyor. Fournier de lafı orada kesiyor.
Bir başka yerde, Yves-Marie’nin üniversiteden mezun olup kutlamalarda feci sarhoş olduğunu anlatırken, Yves-Marie yine araya giriyor, “Bunu yazman şart değildi,” diyor.
Telefonlardan açtığı bir bahiste ise kızıyor Yves-Marie. “Bunları anlatmanın ne manası var? Kimseyi ilgilendirmez bunlar,” deyip Fournier’la kendini kıyaslıyor. “Bütün dünya seni merak ediyor sanıyorsun… Herhalde bu yüzden yazıyorsun… Azıcık canın sıkılsa dünyadaki bütün bayraklar yarıya indirilmeli. Mutlu olduğunda herkes sokaklarda dans etmeli, bütün dünya olup biteni bilmeli,” diyor. Sonra da kendisinin dünyada olup bitenleri merak ettiğini ama kimsenin onu merak etmesini istemediğini söylüyor.
Ayrıca, ‘Küçük Kardeşim’deki bu yapboz tadındaki anılara eşlik eden, bir tarla faresi gibi ara ara karşımıza çıkan, anılarla pek bir ilişkisi bulunmayan, kendi rotasına sahip, italik olarak yazılmış bir ikinci hikaye daha mevcut.
Bu da sürpriz olsun.